Kafirun Suresi

“Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm.Kul yâ eyyühe’l-kâfirûn. Lâ a’büdü mâ ta’büdûn. Ve lâ entüm ‘âbidûne mâ a’büd. Velâ ene ‘âbidün mâ ‘abettüm. Velâ entüm ‘âbidûne mâ a’büd. Leküm dînüküm veliye dîn.”

“Rahman ve Rahim olan Allah’ın adı ile. De ki: Ey kâfirler! Tapmam o taptıklarınıza. Siz de tapanlardan değilsiniz benim Mabudum (Allah)’a. Hem ben tapıcı değilim sizin taptıklarınıza. Hem de siz tapıcı değilsiniz benim ibâdet ettiğim (Allah)’a. Size dîniniz, bana da dînim.”

Bu sûreye, Kâfirûn sûresi denir. “De ki” buyruğu, Peygamberimizedir. Mekke devrinde nazil olmuştur. Peygamber Efendimiz Allah’tan aldığı buyrukları, çok yumuşak bir şekilde söylemeye memur idi. Hâlbuki bu sûreyi tebliğ ederken, “Ey kâfirler?” diye en ağır bir vasıfla başlaması için emir alıyor. Çünkü bu sûrede kendilerine “Ey kâfirler!” diye söylenilen kimseler hakka karşı besledikleri kinlerini, gayızlarını ve öfkelerini bir türlü gideremeyen, tuttukları kötü yoldaki inatlarından vazgeçmeyen ve îmana gelmeyecekleri, Allah’ın katında belli bulunan kimselerdir ki “küfür” bunlar için değişmez bir vasıftır. Binâenaleyh, buradaki kâfirlerden maksat, Kureyş’ten muayyen kimselerdir.Peygamber Efendimiz İslâm davasını, bir tek Allah’a îman ve ibâdet etmek akîdesini ortaya atıp da; “Ey insanlar, bu putlara tapmayı bırakın, Allah’ın bir olduğuna îman ve yalnız O’na ibâdet edin, O’ndan başka ibâdete lâyık bir İlâh yoktur” dediği zaman, Kureyş ona şöyle karşı koydular: “Biz, dedelerimizden kalan putlarımızı bırakamayız. Biz, onlara tapmak suretiyle asıl Allah’a, yeri göğü yaratana yaklaşabileceğiz. Atalarımızın yolundan ayrılıp da senin peşinden gidemeyiz.”

Allah’a birtakım ortak isnat eden, Allah’ı bırakıp da kendi elleriyle yaptıkları putlara tapan bu müşrikler fikirlerinde o kadar inat ve ısrar ettiler ki, kendilerini doğru yola çağıran Peygambere ve ona îman edenlere yapmadık eziyet bırakmadılar. Peygamber Efendimiz de hiç durmadan ve yılmadan vazifesine devam ediyordu.

En sonra Kureyş’in azılılarından beş on kişi Peygamberimize gelerek şöyle bir teklifte bulundular: “Sen bu davadan vazgeç, biz sana istediğin kadar mal verelim, seni kendimize reis yapalım. Eğer buna da razı olmazsan seninle bir uzlaşma yapalım: Sen bazan bizim putlarımıza tap, biz de ara sıra senin Allah’ına tapalım. Böylece hayır ve selâmet hangisinde ise ona hepimiz kavuşmuş oluruz.”

Kalbleri kararmış olan bu zavallılar Peygamberlik ne demek olduğunu bir türlü anlayamıyorlardı. Bilmiyorlardı ki: “Hazret-i Muhammed (aleyhi’s-selâm) bu ilâhî davasından, bu hak yolundan asla dönemezdi. Hiçbir sebep ve menfaat onu yolundan çeviremezdi. Çünkü o, maddî bir menfaat, bir şöhret peşinde koşmuyordu. O, Allah’ın bir elçisi idi ve O’nun namına hareket ediyordu.

İşte müşriklerin böyle söylemeleri üzerinedir ki, Allah bu sûreyi Peygamberine indirdi ve onlara verilecek cevap, bu sûreyi okumak olduğunu bildirdi. Peygamber Efendimiz de onların yukarıdaki ahmakça tekliflerine cevap olarak bu sûreyi okudu. Bununla onlara bir kere daha anlattı ki: “Ey Allah’a inanmayan ve O’na ortaklar yapan ve putlara tapan kâfirler! Ben Allah’ın Peygamberiyim; sizi hak yoluna çağırmaya memurum; bu benim kendi davam değildir. Size ancak Allah’ın emirlerini söylüyorum. Allah’tan nasıl almış isem öylece size tebliğ ediyorum, bildiriyorum. Sizin teklifiniz, cahilce, ahmakça, kâfirce bir tekliftir. Çünkü ben, sizin İlâh diye tapıp durduğunuz ve benim de bazı kere tapmamı istediğiniz o putlara ne geçmişte, ne şimdi, ne de bundan sonra bir an bile tapmadım, tapmayacağım ve tapmam. Ben, yalnız ve yalnız Rabbü’l-âlemin olan tek Allah’a ibâdet ederim. Esasen siz de benim ibadet ettiğim hak mâbuda, Allahu Teâlâ’ya ibadet edicilerden değilsiniz. Bugüne kadar O’na ibadet etmediğiniz gibi şimdi de O’na tapmıyorsunuz ve bu hâlinizle O’na tapıcı ve tapacak da değilsiniz. Çünkü O’nun birliğine ve ibadetin yalnız O’na olacağına, O’ndan başkasına tapmanın şirk ve küfür olduğuna îman etmediniz ve etmiyorsunuz. (Bazan putlarımıza, bazan da Allah’a tapalım) demek, Allah’ın bir olduğuna inanmamaktır. Binâenaleyh sizin taptığınız, benim ibadet ettiğim Allah olmadığı gibi, ibadetiniz de benim ibadetim değildir. Ben yeri göğü yaratan bir Allah’a, O’nun emrettiği gibi ibadet ediyorum; siz ise kendi elinizle yaptıklarınıza tapıyorsunuz. Mademki öyledir ve mademki sizde hakkı duymak istidadı yoktur; artık sizin olsun dîniniz ve taptıklarınız; hak İslâm Dîni de benimdir.”

Bu sûreden şunları da öğreniyoruz: “Allah’a kulluğun şartı tam bir îman ve ih-lâstır. Her şeyden önce O’nun bir olduğuna, sonsuz ve küllî kudretine; her tasarruf O’nun elinde olduğuna, eşi ve benzeri olmadığına inanmak lâzımdır. Fakat bu kadarı yetmez. Bundan sonra da O’na öz yürekle ibadet etmek, ibadetin de yalnız O’na olacağına inanmak ve ibadette O’na başkasını şerik yapmamak, canlı cansız, ne suretle olursa olsun başka birine tapmamak, tapınır derecede gönül vermemek gerektir. Yoksa hem Allah’a ibadet, hem de bizi Allah’a yaklaştırsın niyetiyle başkasına tapmak ve Allah’tan istenilecek şeyleri ondan istemek, îmansızlıktan başka bir şey değildir. Sonra îman demek, bir şeye sımsıkı sarılmak demektir. Bugün bir türlü, yarın başka türlü, her gün renkten renge girmek îman değildir.

Bu sûrenin sonunda “Sizin dîniniz size, benimki de bana” buyurulması müşriklerle bir mütareke yapmak değil, onlara tam bir meydan okumaktır.